Ninatta’nın Bileziği

Ruhum ne zaman sıkıntıya düşse, ben içimdeki acıyı dindirmek yerine çoğaltmayı seçerim. Acımla bütünleşirim, ama kimseye belli etmem. Kendi sıkıntımı, yüreğimdeki darlığı bir şekilde dışa vurmak için acıklı filmler izlerim, acıklı kitaplar okurum ki gözyaşlarım içime hapsolmasın, aksın gitsin. Mutluluk varsa acı da var hayatta. Bunu da doyasıya yaşamayı severim. Okuduğumda daha da hüzünlendiğim kitaplardan biri de Ninatta’nın Bileziği’dir, bilmem kaçıncı kez okumuş olduğum. Benimle ağlayan bir arkadaş o, kalbim delik delik deşilirken beni teselli eden bir sırdaş, ruhumun dolaştığı çıkmaz sokaklarda bana eşlik eden bir yoldaş. Bir saatte okursunuz, ama bitmez. Aklınızda kalır hep, ara ara tekrar okuma isteğine düşersiniz. Ahmet Ümit kitabı imzalarken, umudun hep yanında olması dileğiyle diye yazmış. Bense umut etmeyi bırakalı çok oluyor. Çünkü umut hayal kırıklığından başka birşey değil.

Ah canım Ninattam. Nasıl umutsuzca sevdin yüzyıllarca kahramanın Nuvanzayı. Bize ne güzel anlattın bu aşkı tabletlerce.
Şiir okumayı çok severdim eskiden. Artık eskisi kadar fikrime hitap eden şiirler bulamıyorum. Bu kısa roman lirik şekilde yazılmış ve çok akıcı, çok duygulu, fena halde vurgulu. Hititler dönemine ait gelenekleri, kanunları da buluyoruz bu ince romanda, Kadeş anlaşmasını da okuyoruz.
“Anadolu’nun kalbinde yeryüzünün ilk büyük imparatorluğu:Hititler… Açgözlü kralların toprak hırsı. Kanla yazılan bir tarih. Dünyanın İlk büyük savaşı Kadeş. Umarsız bir sevda. Aşkını günah gibi yaşayan genç bir kadın. Tanrıların lanetlediği insanlar. Uğradığı lanetin bedelini savaşla ödeyen bir adam. Acımasız bir dünyada, aşkın derme çatma kalesine sığınmış iki insan… Yıllar öncesinden gelen bir çığlık. Savaşa karşı bir haykırış. ” Arka kapak yazısı böyle. Güzelce özetlenmiş. Ama yeter mi anlatmaya?
Antik kent gezmeyi severim, severim ama nedense hep ticaretinden veya savaşlardan, nasıl yıkıldığından falan bahsederiz o kentlerin. Oysa o taşlar acaba hangi aşklara yol oldu, kimler nerelerde sevgiyi kucakladı düşünmeyiz. Savaşlarda anaların, kadınların, kardeşlerin yaktığı ağıtları bilmeyiz. Savaşın çirkin yüzü aşkın  arkasına saklanarak harmanlanmış,
Hititler döneminden 12 tablet mektupla günümüze ulaşan bir kurgu romana dönüşerek, destansı bir dille ve hiyerogliflerle desteklenerek Ahmet Ümit’in kalemiyle güç kazanan bir roman olarak bize ulaşmış. Binlerce yıllık özlemini dindirmek için, yarım kalan şarkısını tamamlamak için, okununca belki üzerindeki lanet kalkacak diye acısını  bizi bekleyerek çoğaltan bir kadının yakarışını duyuyoruz.
“umudunu kesme,
Bir ağaç kurumamışsa,
Bu mevsim değilse öteki mevsim çiçek açar.
Bu mevsim değilse, öteki mevsim meyve verir.
Yeter ki ağaç kurumasın.”

Ninatta umudunu kaybetmedi hiç, artık dizlerinde takatı kalmayana kadar bekledi sevdalısını. Tanrıların lanetinin bozulacağını, ve Nuvanzanın onun için yaptırıp ayrı kentlere sakladığı 12 bilezik halkasının bir gün birleşerek, onları kavuşturabilecekleri ümidini hiç soldurmadı yüreğinden. Kadının yazgısının binlerce yıldır değişmediğinin kanıtıdır Ninatta. Çünkü kalan kişi yaşayanlar ülkesindedir, kalan kişi unutarak yaşamayı öğrenecektir. Ve öğrendikçe önü toprakla kapanan bir nehir gibi kendi içine akacaktır.
” ve ülkenin bütün kadınları, benim gibiydi.
Benim gibi her gün öldüler.
Öldüler ama umutlarını yitirmediler.
Hepsi savaştan gelecek bir haber bekliyordu, hepsi savaşı kimin kazanacağını değil, kocasının, oğlunun, kardeşinin savaştan dönüp dönmeyeceğini merak ediyordu.
Ve çok geçmeden geldi haberler… ”

Yorum bırakın